ÇaresizliÄŸin bu evdeki haliydiler, AyÅŸânım ve Mustafa Bey... Dile kolay, kırk dört yıldır birlikte yaÅŸamış, birlikte yaÅŸlanmışlardı ama öyle belalı bir zamandaydılar ki, kırk beÅŸinci yıllarını görecekleri ÅŸüpheliydi.
Evlendikleri gün sonsuza dek deÄŸiÅŸmiÅŸti isimleri. AyÅŸe Hanım, kocasına Mustafa Bey ya da çoÄŸu zaman “Bey” diye hitap ederdi. Mustafa Bey için karısının ismi en kolayından AyÅŸânım’dı. Kısaltılmış bile olsa sevgi dolu, yumuÅŸak bir telaffuzla söylendi yıllarca.
Pembe yanaklı, beyaz tenli, güzelce bir Arnavut kadınıydı AyÅŸânım. GüneÅŸle beraber kalkar, halis zeytinyağından imal ettiÄŸi kremini sürmeden çayın suyunu bile koymazdı. Ruj deÄŸmemiÅŸ pembe dudaklarının arasında parlayan beyaz diÅŸleri en deÄŸerli süsüydü. SeyrelmiÅŸ ve beyazlamış olsa da hâlâ biçimli kaÅŸları, hareli yeÅŸil gözlerine pek yaraşırdı.
Mustafa Bey dediÄŸim dedik bir İstanbul beyefendisiydi. Çok okur, çok bilir, çok konuÅŸurdu. Rumeli mübadili babasından yadigâr Arnavut kanını mücevher gibi taşırdı. Zayıf gövdesiyle dimdik yürürdü her daim. Karşısındakinin gözünün içine çakmak çakmak bakardı. BeyazlaÅŸmış saçlarını bile severdi. Uçları sararmış bıyıklarından baÅŸkaca ÅŸikâyeti yoktu.
İki ihtiyarın yaÅŸlandıkça küçülen hayatları, dünyanın başına bela olan virüsten sonra daha da daralmıştı. YaÅŸlılara gelen evden çıkma yasağıyla hurdaya ayrılmış, bir köÅŸede unutulmuÅŸlardı. Saatler yavaÅŸlıyor derken duruyordu. Evlerine sokulmadan, onlara bulaÅŸmadan bile hayatlarını çalmıştı bu virüs. Yaşıyorlardı kim sorarsa, dünyanın geri kalanı kadar yaşıyorlardı iÅŸte. Günde üç defa karınlarının acıktığından belliydi yaÅŸadıkları.
İstisnasız her akÅŸam oturduÄŸu koltuktaydı AyÅŸânım. Gözlerini sokaÄŸa dikmiÅŸ, geçmiÅŸi özlüyordu. GiriÅŸ katında oturmanın en güzel tarafı gelip geçeni izlemekti bir zamanlar. Bir dünya hayat, bu pencereden naklen yayınlanırdı. Åžimdilerde ise okul yoktu, çoÄŸu kiÅŸi için iÅŸ yoktu, akÅŸam bir saatten sonra dışarıda hayat yoktu.
Baharın çiçeklerle süslediÄŸi bahçeye sadece pencereden bakmak gücüne gidiyordu AyÅŸânım’ın ama Ali öyle söylemiÅŸti. Söylemek ne kelime, emretmiÅŸti. Konu komÅŸu toplanıp bahçede içilen çayların tadını hatırladı AyÅŸânım. Masa örtüsünün çiçekleri kirden, tozdan görünmez olmuÅŸtu ÅŸimdi. Derin bir iç çekti. İyice sulu göz olmuÅŸtu son zamanlarda.
Aylardır markete pazara çıktığı yoktu. OÄŸlu Ali haftada bir uÄŸrar, poÅŸetleri kapıdan bırakırdı. Doktor olduÄŸundan virüs taşırım korkusuyla pandeminin başından beri eve gelmiyordu. OÄŸlunun yokluÄŸunda, çekilmiÅŸ bir diÅŸten geriye kalan boÅŸluk gibi sırıtan odasını çamaşır odası yapmıştı AyÅŸânım. Duvarlardaki fotoÄŸraflarla birlikte iÅŸ görür; yıkanmış çamaşırları asar, kurutur, katlardı.
Kadın kısmı evin içinde temizlikle, yemekle falan oyalanırdı ama Mustafa Bey ne yapsın? Yasaklar yüzünden kapı duvar olalı keyfi iyice kaçmıştı. Aylarca bir aÅŸağı bir yukarı dolanıp durdu evin içinde. Kütüphaneyi indirdi, yeniden düzenledi. SevdiÄŸi kitapları tekrar okudu. Bir ara mutfaÄŸa girmeye kalktı, AyÅŸânım kovaladı onu. Bir bardak kırdı diye kıyamet koparmıştı.
Aşıların konuÅŸulmaya baÅŸlandığı günlerde aradı Ali. Müjde verircesine, “Aşı randevusu aldım sizin için,” dedi. “He,” dedi Mustafa Bey, onu da yarım ağızla dedi. Aşı günü geldiÄŸinde ne kendisi gitti ne de karısını gönderdi. Ben bilmediÄŸim ÅŸeyi olmam, sen de olamazsın diye son sözünü en baÅŸta söyledi. Asıl o aşılar öldürüyormuÅŸ, dedi. Virüs diye bir ÅŸey yokmuÅŸ, dedi. İlaçlar çok zararlıymış, dedi. Nuh dedi, peygamber demedi.
AyÅŸanım oÄŸluyla kocasının arasında kalmıştı. OkumuÅŸ, doktor çıkmış oÄŸlu, “Bu dünyada bu meretin tek çaresi aşıdır,” diyorsa doÄŸruydu elbette. Ancak kocasının inadını, o meÅŸhur Arnavut inadını da bildiÄŸi için üstelemiyordu. Hem koca koca doktorları dinlemeyen adam onu mu dinleyecekti. Yaptıracaksa bile karısı ısrar etti diye vazgeçerdi. Laf aralarında söyledi birkaç kez. Her seferinde artan bir tepkiyle karşılaÅŸtı. Sustu sonra, vazgeçti. Cahile öÄŸretebilirdin ama anlamak istemeyene ne desen boÅŸ.
Mustafa Bey yatağında gözünü açtığı bir sabah, perdelerin arasından sızan güneÅŸ tam gözüne niÅŸan almıştı, bir de ona söylendi. Mutfaktan gelen tıkırtıları duyunca acıktığını hissetti, kalktı. Ayaklarını yere bastı ama kemiklerini üst üste dizemedi, eÄŸreti bir kamburlukla çıktı yataktan. Sırtı aÄŸrıyordu, birazcık da dizleri. Mutfakta buldu AyÅŸânım'ı. Ona da kızgındı dünden beri ama nedenini hatırlayamadı. İştahı kaçtı birden, tek laf etmeden tuvalete geçti.
Bir ara üÅŸüdüÄŸünü fark edip hırka aranırken AyÅŸânım’ın üzerindeki tiril tiril bluzu görünce irkildi. Elini alnında, yanaklarında gezdirdi; ateÅŸi vardı sanki. Ses etmedi. Çok deÄŸil birkaç saat sonra boÄŸazı aÄŸrımaya baÅŸlayınca kaÅŸları çatılıverdi. YataÄŸa girip battaniyenin altına saklandı hemen.
‘Bu hastalık o hastalık mı yoksa? Nereden buldu beni bu meret? Birkaç kere bahçeye çıkmıştım, o kadar. Açık hava diye, rüzgârlı diye dert etmemiÅŸ, çay içmiÅŸtik üst komÅŸuyla. O da en fazla üç bardak.’ Tepesine kadar çekti battaniyeyi, başını çıkarmadan yattı. Koca dünyada sığınılacak tek yer burasıydı. Karasinek düÅŸünceler geziniyordu zihninde:
‘Demek gerçekmiÅŸ televizyonda söyledikleri. O küçücük ÅŸey benim gibi bir adamı devirebilir mi? Yok canım, ilk defa hasta olmuyorum ya? Uyuyup uyansam geçer gider hepsi.’ GözyaÅŸlarının yastığı ıslattığını fark etti. Kimse görmüyordu, dert etmedi.
‘Ya AyÅŸânım? Ona da bulaÅŸmış mıdır? BulaÅŸmıştır ya... Çok bulaşıcı bir virüs diyordu televizyonlar. Benim yüzünden mi ölecek AyÅŸe, birkaç kere bahçeye çıktığım için mi? Birazdan yatmak için yanıma gelir. Kovalarım gider. Gitsin, nerde istiyorsa uyusun. Ne kadar geç öÄŸrenirse o kadar iyi.’
Kâbuslar içinde delik deÅŸik uyudu. O uykuya dalınca geldi AyÅŸânım, kocasını merak etmiÅŸti. Terli alnına, kızarmış yüzüne deÄŸince içi cız etti. Arkasını dönmesiyle yatağın yanındaki sehpaya çarptı. Üzerindeki bardak yere düÅŸtü, yuvarlandı. Sese uyandı Mustafa Bey, “Ne giraysın odama?” diye bağırdı. “İyiyım ben, birazıcık ateÅŸ ile adam ölmez a... Meraklısın beni öldüresin?” diye kestirip attı. Doktor dedi, hastane dedi AyÅŸânım. Yok dedi Mustafa Bey. Hastaneye gidenler ölüyormuÅŸ, diyecekti. Diline getiremedi ölümü, sustu. İnsanoÄŸlunun giderayak birilerini, kimseyi bulamazsa kendini kandırmaya çalışması ne tuhaf.
Sonraki günler zor geçti. Ölüm, davetsiz bir misafir gibi dolanıyordu evlerinde. Bazen yatağın karşısındaki kadife koltuÄŸa kurulup gözlerini dikiyordu Mustafa Bey'e. Aldığı nefesleri geriye sayıp, sonuncusunu bekler gibi bakıyordu. Bazen de yatağın baÅŸucuna dikilip sabırsızca söyleniyordu ölüm. “Hadi ama... Ne kadar kaçabilirsin ki?”
AyÅŸânım’ın gözleri kapalı perdelerin karanlığına alıştığında kocasından ses seda gelmemiÅŸti hâlâ. Sevindi. Uyanık olsa kapı aralığından gördüÄŸü anda kovalıyordu onu. Ayaklarının ucuna basarak karyolaya yanaÅŸtı. Kocasının alnına avucunun içiyle usulcacık dokundu. Ferah bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Ah ÅŸükür! Galiba düÅŸey ateÅŸin, ÅŸükür Allah’a.”
KoltuÄŸa oturup hayat arkadaşını seyretti endiÅŸeyle. Üç günde yüzünün derisi incelmiÅŸ, kemiklerine yapışmıştı sanki. Derin bir iç çektikten sonra aÄŸzının içinden söylendi. “Dedim sana o gün çıkma bahçeye, ama dinlemeysın hiç beni. İyi ki ben de seni dinlemeyıp aşı olmuÅŸum. Yoksam ÅŸimdi ben de yatacak idim yanında.”
AyÅŸânım’ın aşı olmak için evden çıkamadığını anlayınca Ali çözmüÅŸtü meseleyi. Babasının uyuduÄŸu bir gece gelip, kapıdan aşı yapıvermiÅŸti annesine. Ruhu bile duymamıştı Mustafa Bey’in. “Uyurken babama da aşı yapıvereyim,” demiÅŸti Ali ama Koca Arnavut’un dırdırından nasıl kurtulurdu AyÅŸânım. O gün biricik oÄŸlunun yüzünü iki eli arasına alıp sevmiÅŸ, maskenin kenarından yanağını öpüvermiÅŸti.
Odada tuhaf bir kokusu hissetti, ürperdi. Ali'nin hastanesinde koridorlar böyle kokardı. OturduÄŸu yerden kalkmak istedi; gerisin geri düÅŸtü koltuÄŸa. O da hastaydı belli ki ama ihtiyarlığa ilave halsizliÄŸi vardı biraz. KoltuÄŸun kolçağından destek alarak bedenini doÄŸrulttu. Suratını buruÅŸturarak yavaÅŸça ayaÄŸa kalktı. En zorunu baÅŸarmış gibi iki nefeslik dinlendi. ‘İhtiyarlık maskaralık’ diye geçirdi içinden. Dengesini saÄŸladığına emin olunca küçük adımlarla döndü ve üç adımda pencereye ulaÅŸtı. Kalın kadife perdeler açılırken katmanları arasından tozlar havalandı, içeri dolan güneÅŸ ışığıyla parlayarak odanın dört bir yanına dağıldı. Sonuna kadar açtı pencereyi. YataÄŸa vuran ışık, hastanın solgun yüzünü açığa çıkardı. EndiÅŸeyle baktı eÅŸine:
“Mustafa Bey! Ne ka beyazlamış sıfatın? Bir çorba içirebilsem sana,” dedi yalvarır gibi. İster miydi acaba? Huzurlu bir gülümseme vardı yaÅŸlı adamın yüzünde. Kocasına yaklaÅŸtı, omuzuna dokundu, ses yok. En kötü ihtimaller hızlıca doluÅŸtu zihnine. Sesini yükseltip “Mustafa Bey?” diyerek dürteledi, yine yok. Korkuyla sarstı en sonunda. İşte o zaman başı yana düÅŸtü Mustafa Bey’in. Gözleri yukarıda bir ÅŸeyler arıyordu. “Oy Mustafam!” diye keskin bir ses çıktı AyÅŸânım’ın dudaklarından. Ardından gelen sessizliÄŸi dinledi yanı başındaki yastık, yeÅŸil koltuk, kadife perdeler. Uzadı sessizlik. Sağına soluna bakındı; ne yapacağını, ne diyeceÄŸini bilemedi. “Sandım ki düÅŸey ateÅŸin. Ne bilirim ben? Ah be Mustafam! Kaç defa öldün ki?” dedikten sonra kendini koltuÄŸa bırakıverdi.
Tam 7 yıl önce 15 Temmuz gecesi karanlık güçlerin maÅŸası olan fetöcü hain teröristler tarafından ç..
Bugün burada Uzman Doktor Ekrem Karakaya’nın bir yıl önce canice hayattan koparılışının yıl dönümü ned..
BaÅŸkanımız Prof. Dr. Bahadır Öztürk, Konya BüyükÅŸehir Beledi..